Sıkça karşılaştığım sorulardan bir tanesi; Hocam, kimin yanındasın?

Tabi soru siyasi ve maksatlı, biliyorum.

Ve soruluş şekli itibariyle en nefret ettiğim sorulardan bir tanesi…

Hangi parti diye sorulabilir. Fikrimiz zikrimiz, ideolojimiz az çok bilindiğinden ayrıntıya girerek MHP’mi yoksa İYİ PARTİ’mi diye sorulabilir, bu normaldir.

Ama tercih kişiselleştirilip Devlet Bahçeli mi yoksa Meral Akşener mi seviyesine indirgendiğinde beni hafakanlar basıyor.

Niye insan? Niye kişi? Niye tek adam veya kadın?

Niye tüzel kişilikleri, kurumsal yapıyı konuşmaz, ölçüp tartmayız?

Sonra, ben zaten tek adamlıktan nefret ettiğim için partimden kopmuşum da şimdi niye bir başka adam/kadın peşinden sürükleneyim ki?

Ha, İYİ PARTİ de böyle mi olacak? Bilmiyorum. Olmayacağı yönünde sözler alıyor ve olmayacağını umuyorum. Dolayısıyla bekliyorum.

Diyeceksiniz ki senin parti hep böyle değil miydi zaten? Değildi.

Ortada kafamızın yattığı, gönülden inandığımız ve bağlandığımız bir doktrin ve o doktrini ortaya koyan bir lider vardı.

Bırakın siyasi tercihlerini, evlenirken bile teşkilatına soran bir liderdi üstelik.

Dolayısıyla o lidere -o doktrine bağlı kalmak ve o teşkilata üye olmak kaydı şartıyla- sadakat bir şerefti bizim için.

Lider teşkilat doktrin üçlemesinin esprisi de buydu.

Ama şimdi, ortada ne kadar bağlı kalındığı tartışmalı bir doktrin, bir teşkilat ve bir genel başkan var.

Lider demiyorum, özellikle demiyorum çünkü liderlik o doktrini ortaya koyan şahsiyete ait bir unvandır.

Ondan sonrası ancak ve ancak genel başkandır.

O genel başkanın da, seçilmiş olmaktan başka senden benden farkı yoktur.

Haliyle olayın lidere sadakat şereftir kısmı tedavülden kalkmıştır.

Ve artık söz konusu üçleme -doktrin, teşkilat, genel başkan- statüsündedir.

Genel başkan, doktrine bağlılığı ve teşkilatla ilişkileri noktasında her zaman tartışılabilir, sorgulanabilir ve eleştirilebilir olmalıdır.

Biz tartışamadık, sorgulayamadık, eleştirdiğimiz an da başımıza gelenler malumunuzdur.

Bu yetmedi mi? Başka sebep mi arıyorsunuz?

Örneğin son referandum…

Emir yüksek yerden gelmeseydi hangi Ülkücü bu referanduma -evet- diyebilirdi?

Haydi lidere sadakat şereftir dediniz emre uydunuz diyelim, da İçinize sindi mi?

Anlatabildiniz mi soranlara, onu geçin evdekilere izah edebildiniz mi?

Hatırlıyor musunuz neler yaşandı?

Bir ülkenin teminatı olan Anayasa’nın ayaklar altına alındığı, hiç de adil olmayan bir referandum süreci yaşamıştık.

Adil olmadığı gibi demokratik, demokratik olmadığı gibi eşit şartlarda bir yarış yoktu.

EVET tarafı, devletin tüm imkanlarını, her biri Anayasal kuruluşlar olan rakip partileri ezmek hatta yok etmek için kullandı.

Devletin uçakları, helikopterleri ve plakaları değiştirilmiş makam otoları seferber edildi.

Sözde tarafsız olması gerekenler, Anayasa ve yasalar bir yana ettikleri yemin içeriğindeki namusunu ve şerefini çiğneme pahasına, taraf oldular, miting yaptılar, oy istediler, muhaliflere saldırdılar, küfür ve hakaretler ettiler.

Medya, bu seçimlerde de ‘medya hırsız feneri gibidir, dilediği tarafı aydınlatır, dilediğini karartır’ sözünü haklı çıkarırcasına taraf tutarken, hadi özel kuruluşlar neyse de, hepimizin vergileriyle ayakta duran TRT ve türevleri iktidarın Pravda’sı gibi davrandı.

Bütün alt/üst düzey bürokrat, genel müdürler, valiler, kaymakamlar, müftüler, imamlar, sonradan zengin olma ve besleme müteahhitlerin alayı EVET’e çalıştı.

Halkın hizmete mukabil vergilerinden oluşan belediyelerin ayni ve nakdi kaynakları EVET tarafının seçim çalışmalarına aktarıldı.

Belediye başkanları aleni siyaset yaparken, zabıtalar sürekli muhalif partilerin afiş ve bayraklarını kaldırmak için fazla mesai yaptılar.

Sözde din adamları, imanlarını zedeleme pahasına iktidar partisine fetva ve hutbe desteği verdiler.

Sosyal yardımlaşma ve benzeri kamusal ağa bağlı olan milyonlara insana ‘yardımları keseriz’ baskısı ve şantaj yapıldı.

Yerli uçak yaptık cinsi palavralar, önceden açılanları tekrar tekrar açmalar, çoğu hayali açılış ve temel atma törenleri ile vatandaş kandırıldı.

Mursi’den Rabia’ya kadar çeşitli mağduriyetlerle, muhalif kesim ‘Haçlı İttifakıdır’ nevi çirkefliklerle algı operasyonları yapıldı.

Bütün bunlar yetmeyince de, kim ne derse desin Yüksek Seçim Kurulu devreye girerek, bırakın hukuku, akıl ve mantık dışı bir karar vererek millet iradesini adeta çöpe attı.

Medya kuruluşları basıldı, gazeteciler gözaltına alındı, biat etmeyen yayın kuruluşlarına vergi ve sigorta memurları gönderilerek diz çökmeleri sağlandı.

Hadi birisi çıktı, atı alan Üsküdar’ı geçti cümlesiyle aslında dönen dolapları da ifşa ederken, savunulabilir hiçbir tarafı olmayan bu ucubenin avukatlığını yapmak gönül verdiğimiz partinin genel başkanına mı kalmıştı?

O genel başkana hırsızlığın avukatlığını yapmak yakıştı mı beyler?

Sanki demokratik bir seçimmiş gibi sanki her şey akla mantığa ve hukuka uygunmuş gibi kalkıp;

“CHP'nin 16 Nisan'ı sabote etmeye çalışması müflis bir tavırdır. Demokrasiden umudunu kesenler sokağa oynamaktadır. Kabul etseler de etmeseler de milletimiz 16 Nisan'da damgayı vurmuş evet demiştir” sözlerine karşılık ben utandım, çok utandım.

Ve artık utanmak istemediğim için olsa gerek İYİ PARTİ herkese iyi gelecek diyor ve safımı belli ediyorum.

Ama baştan dediğim gibi bu bir Katolik nikahı değildir.

Göreceğiz, ölçeceğiz, tartacağız…