Ne kadar güzel başlamıştık bu hayata. Herkes ağlarken, biz gülüyorduk. Doktorlar bile şaşırmıştı. Önce kucakta, sonra emekleyerek, sonra da düşe kalka adımlarla bu hayata ve yer çekimine alışmaya başladık. Kâh güldük, kâh ağladık. İstediklerimiz yapılırken mutlu, istediklerimiz yapılmayınca ise mutsuz oluyorduk. Ağlıyorduk, huysuzluk ve yaramazlık yapıyorduk. İstediğimiz de ısrarcı oluyorduk. Bir yerde ondan da sıkılıp vazgeçiyorduk.

Okula başlamıştık, sınıf da en çok ağlayanların başında geliyorduk. Ne işimiz vardı burada? Sistemin yapısına o gün ağlayarak isyan etmiş ve başkaldırmıştık. O günlerden belliydi bizim farklı olacağımız. Okulda tembel, gerçek hayatta ise kültürlü olmayı kendimize hedef edinmiştik. Bu yüzden yaşıtlarımız atari oynarken biz kitap okuyorduk. Kocaman gözlüklerimiz vardı. Herkesten bizi ayıran. Şu dönemlerde moda olsa da o dönemlerde çeşitli lakaplar takılıp dalga geçiliyordu. Biz de bunlara gülüp geçiyorduk.

Biraz daha büyüdük ve hayat sisteminin orta kısımlarına geldik. Tam gençlikle çocukluk arası bir yere. Burada da bizi ileri de çok acıtacak olan sevmeyi, beraber olmayı, paylaşmayı öğrendik. Akabinde sevdiklerimizi kaybetmeyi, sevdiklerimiz tarafından terk edilmeyi, paylaşırken de hep kendimizin daha çok verdiğini fark ettiğimizi ilerleyen dönemlerde anlayacaktık.

Artık büyüdük dediğimiz, ergenlik ve gençlik arasındaki o lise dönemlerine geldik. Boynumuzda kravatımız, yine sistemin gereksiz bilgilerinin insanlara ezberletilmeye çalışıldığı düzene. Ama seni tebrik ederim biz burada da farklılığımızı koruyup kendimizi geliştirmeyi becerebildik. Bu dönemde de ölümsüz dostlar edindik, mutlu anılar biriktirdik. Her ne kadar sevgi denilen dağ yolunda sürekli aşağıya itildiysek de yüzümüzden gülümsemeyi, içimizden umudu kaybetmedik.

Bir insanın en çok yaşamayı istediği ve sürekli geriye gitmek istediği o üniversite yılları var ya, işte o yıllara geldik. Cengiz Kurtoğlu ‘’Okul Yılları’’ şarkısında kesinlikle üniversite zamanlarından bahsediyordur diye kendimi düşünmeden alamıyorum. Yine aşk hayatında inişli çıkışlı bir performans sergilesek de ’’ Biz de çok sevdik be abi!’’ diyerek içimizdeki yangını büyütmeden müdahale ederek geçiştirdik.

Üniversite bitince hemen askere gitmiştik. Ne günlerdi ama. Belki savaşa girmedik veya bir tankı durdurmak için mayın döşemedik ama orada bir günün ne kadar uzun olduğunu anlamıştık. Biz bir günü yirmi dört saat bilirdik ama orada bir gün bir ömürmüş. Bunu da öğrendiklerimizin arasına not ettik. Bu da ileri de mutlaka bir yerlerde karşımıza çıkacak. En azından biz öyle umuyoruz.

Sonrasında da iş dünyasındaydık. Ne kadar garip bir dünyaydı bu. İnsanlar para kazanmak için saatlerini veriyor, karşılığında kendini geçindirebilecek bir miktar para kazanıyorlardı. Asıl sorun ise bunu şova dökenlerde, bununla övünenlerde hatta bunun hırsını yapanlardaydı. İnsanlar burada da vahşi idi. Birbirlerinin arkasından konuşuyorlar, birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı. Bir araya geldiklerinde ise herkes birbirinin yüzüne gülüyordu. Ne kadar da yalan bir dünyaydı. İşte bu sistemin, düzenin yarattığı insanlar topluluğu buydu. Kimse kimseye kızmamalı bu sisteme boyun eğdiği için kendine kızmalı.

Neyse şu anda meşhur şairin dediği ‘’Yaş otuz beş yolun yarısı eder…’’ denilen bölüme geldik. Gerçi ben yaş otuz beşin yolun yarısı olduğuna inanmıyorum bizim için. Biz, ömrümüzün yarısını geçtik. Yaşlanıyoruz ve bunun duygusallığını yapmayacağım sana. Sen her şeye rağmen, bütün zorluklara, acılara hatta mutluluklara, pozitifliklere rağmen kendin olmayı, inandığın şeylerden vazgeçmemeyi hatta yalnız kaldığında bile bunu değerlendirmeyi bildiğin için kendi adımıza sana teşekkür ediyorum. Ayrıca zor günleri de attığımız kahkahalarla geçirdiğimiz için de ayrı bir teşekkürü hak ediyorsun. Hep böyle kal sevgili kendim.

Nice mutlu yıllara kendim!