Ülkede herkes cebinde pinokyosu ile dolaşır. Rant İstanbul’da biter, çevre illere pay edilir.. İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kesilen musluklar Sakarya’ya ve çevre illere bağlanır.

"Ekonomide ciddi bir kriz yaşanıyor, ama adını koyamıyoruz" diye yakındığınızda, "Kriz varmış! Ne krizi ya?" bile denilebilir, nasılsa adını koyamayıp tanım getiremediğiniz için.

Ya da bu ülke için kaygıya kapılıp, "Ne olacak bu memleketin hali?" diye düşünür de, olup bitenden memnuniyetsizliğinizi belli ederseniz, bu kez de yasadışı bir suç örgütü üyesi diye damga bile yiyebilirsiniz...

SAÜ içerisindeki işletmeler ne oldu? Neyin sızıntısı bu, İstanbul’da kapanan defterler diğer illere mi pay edilecek?

Saymaya gerek yok yüzlerdeki maskeyi.

Maskeli, mutlu yüzlerin altında ya ağlayan ya da sinsice hırlayan bir ifade gizli. Herkes biyografisini anlatmaktan korkar ya da hep kısa metrajlı, makaslanmış filmler gibi aktarır..

Her şey çok mu güzel oldu? Nedir bu komşunun komşuya gebeliği.. Kim karda yürüyor da izini belli etmiyor, dev ayak izlere kara sinmişken..? Kim kazandı kim kaybetti yahu şimdi?

Hisse senetleri, dolarlar, toplu sözleşmeleri hala bu ülke insanının alın yazısı gibi.

Hala her yağmurda sel basar büyük şehirleri. Afetler yaşar; döner yine sararız yaralarımızı. Kimin kaderi bu, kimin günahı..?

Her sabah uyandığımda bir yere gitme isteğiyle uyanıyorum.  Bu his dünyada çeşitli olaylara şahit kalınca daha da büyüyor.

 Olup bitene gözümü kapatıp, arkamı dönemediğim için bu his her geçen gün çoğalıyor.

Böylece küresel bir vicdanın, küresel bir bilincin oluştuğuna inanıyorum. Dünyanın her tarafında tüm insanlığın aynı topraktaymışçasına, aynı duyguları paylaşabileceği günü çok büyük bir şevkle bekliyorum.

Toplumun saygısını kazanmış bir iş adamı olarak kendimi mecburiyetlerin içerisinde görmek beni yıpratıyor.

Türkiye’nin kritik bir kavşaktan geçtiğini söylüyoruz.. Peki ama ne zaman geçmedi ki?

Son elli yıla bir göz atalım isterseniz; sağa darbe, sola darbe, yeşil darbe, asılan siyasetçiler, daha on yedisinde asılan gençler, sokakta vurulanlar, intihar edenler, intihar süsü verilenler, gözaltında işkenceler, kaybolanlar, kaybedilenler, yakılanlar, yıkılanlar, katliamlar…

Daha sayayım mı?

Ne zaman düz ovaya inilmiş ki diye merak ediyor insan, düz ovada bile kan kokusu varken, barut kokusu sinmişken…

Sorulması gereken sorular var… Ve bütün bu soruları kim soracak, bu soruları soranlara ne olacak?

Harold Pinter Nobel Edebiyat Ödülünü aldığı konuşmasında 1958 yılında şu sözlerle başlar;

‘’Gerçek ile gerçek olmayan arasında kesin ayrımlar yoktur; doğru ile yanlış arasında da. Bir şeyin illa ki doğru ya da yanlış olması gerekmez, o şey hem doğru hem de yanlış olabilir.’’

Şimdi doğru ne, yanlış ne?

Düşünce özgürlüğünün boyutlarının kısıldığı, insan beyninin dar alanlarda hareket edebilmeye teşvik edildiği bir dönemin en kritik noktasındayız.

Burada iktidara iğne batırıyor, muhalefete güzelleme yapıyor filan değilim.  Türkiye’nin demokratikleşmesi önünde sadece iktidarın değil, muhalefetin söylem ve icraatlarının da engel teşkil ettiğini düşünüyorum.

Değişim özgürlüktür, değişim yaşamdır… Türkiye değişmeli, demokratikleşmeli. Ama nasıl?

Bir önceki yazımda bahsettiğim kucaklaşma olmalı bu ülkede.. İnsanlar artık barışmalı, sağcısı solcusu olmadan insan olduğu için; Allah’ın yarattığı bir kul olarak herkes kardeşçe huzur içerisinde yaşamalı.. Kutuplaşmalardan, siyasi rantlardan, böbürlenmelerden uzak durmalıyız..

Bu ülke bizim, Başka Türkiye yok…

Sevgilerimle, hoşçakalın.