Geçtiğimiz hafta sonu AYLA’yı seyrettim.

AYLA, malumunuz Kore Savaşı'nda, Türk Tugayı askeri Süleyman Astsubay ile 5 yaşındaki savaş mağduru Koreli yetim kızın başından geçenleri, beyazperdeye aktaran oldukça güzel bir Türk filmi.

İkilinin oradaki dramatik ilişkilerini ve yıllar sonra buluşmalarını anlatıyor.

Seyredenlerin ‘aman yanınızda mendil bulundurun’ uyarılarını dikkate alarak tedbirli gittik.

Biraz da Kore Gazisi merhum babamın anlattıklarıyla kıyaslayınca, ağladık mı? Ağladık…

Ama şahsen ağlamakla kalmadım, düşündüm, kıyasladım, kızdım, üzüldüm.

Baba-kızın, kesinlikle bizden ve bizim o saçma sapan bürokrasimiz sebebiyle çok ama çok geç buluşturulmalarına kızdım.

Filmi seyrederken, 1923’de kurulmuş ülkemi, 1950 yılında kurtarmaya gittiğimiz o ülke ile kıyasladım, farkı fark ettim, kahrettim, üzüldüm.

Şimdi, biraz da siz üzülün, siz kızın isterim.

Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili, mevsimleri düzenli, coğrafik konumu itibariyle adeta cennet olan, Kıbrıs dışında savaş görmemiş, İkinci Dünya Savaşına girmemiş, haliyle yakılıp yıkılmamış, yer altı ve yer üstü kaynakları itibariyle oldukça zengin bir ülke…

Lakin, kaynakları doğru kullanılmadığı ve doğru yönetilmediği için emsallerini bırakın, zenginlik, teknoloji, refah sıralamasında kendinden yıllarca sonra kurulan savaş artığı ülkelerin bile çok gerisinde kalan bir ülke…

Ama canım sende, biz askeri darbeler, sosyal kırılmalar, rejim ve hükümet istikrarsızlıkları, rüşvet ve yolsuzluk skandalları yaşadık da ondan…

Hayır efendim, onlar, bütün bunların kralını yaşadılar. Buna bir de iç savaşlarını ekleyin üstelik.

Ama ne yaptılarsa (ki sır değil) kalkınmayı başardılar, kendilerini kurtarmaya gelen ülke ile kalkınma makasını epey bir açtılar.

Çünkü kaynaklarını doğru kullandılar, doğru yönetildiler, eğitime, bilime, sanata, teknolojiye önem verdiler.

Biz sanatın içine tükürdük, eğitim sistemimizin içine ettik, bilim adamlarını ideolojilerine göre tasnif ederek hapse tıktık, teknolojiyi ise ancak ve ancak ithal edilen, edilmesi gereken bir ticari meta olarak gördük.

Güney Kore, büyük şirketlere devlet desteği verip sermaye birikimine kaynaklık ederken, biz yandaş kapitalizmine hizmet ettik, zengin yandaşlar oluşturup, sosyal yardımlar adı altında seçmeni de sadaka kültürüne mahkum ederek iktidarımızı kalıcı hale getirmeyi marifet sandık.

Güney Kore yaratıcı eğitime önem verdi. Bilim adamları yetiştirdi.

Biz, sözde ‘Yaradan’ odaklı eğitim anlayışı ile sözde dindar özde iktidara itaatkar nesiller yetiştirmek için binlerce İmam Hatip Okulları açtık.

Güney Kore’de çocuklar sözde manevi söylemlerle, dini kıssalarla, slogan ve nutuklarla değil, akıl, bilim ve teknoloji ile büyüdüler.

Bizde olduğu gibi sığ milli ve manevi değerlerle gaza getirilip hamasetle büyümüyorlar.

Kaldı ki, Güney Korelilerin yüzde 29’u Hristiyan, yüzde 24’ü Budist ve yüzde 47’si Ateist…

Buna rağmen, din ve mezhep kavgalarına girip biri birlerini boğazlamadılar.

Güney Kore bugün eğitim alanında ilk üç sırada.

Matematik’te birinci, Bilim’de üçüncü ve Okuma alanında ise ikinci sıradalar.

Türkiye’de ise durum bir hayli vahim…

Matematik, Bilim ve Okuma alanlarında 35 ila 40’lar arasında dolaşıyoruz.

Kendi dilinden okuduğunu anlamayan sıralamasında şampiyonuz.

TRT’de “Bir Fikrim mi Var” adlı yarışma düzenleniyor, bir bakıyorsunuz ki organik hoşaf projesi, Alzheimer hastaları için geliştirilen ‘Alzheimer çipi’ projesi kadar ilgi görmüyor.

Milli gelir bakımından Güney Kore neredeyse üç katımız…

Güney Kore’nin nüfusu 50 milyon civarında ve nüfusun yüzde 73’ü ise çalışma çağında ama işsizlik neredeyse yok denecek seviyede…

Gelir dağılımı adaletsizliği oranını bırakın, orada öyle bir kavram bile yok.

Şimdi, tamam…

AYLA güzel film evet, seyredin, ağlayın.

Ama biraz da düşünün.

İki ülke arasındaki hiç de doğal olmayan farkı fark edin ve biraz da buna üzülün be kardeşim!